1 Mayıs 2012 Salı

1 Mayıs 1977 - 1 Mayıs 2012

Aradan tam 35 yıl geçmiş, 34 kişinin bile bile ölüme gönderildiği meşhur 1 Mayıs 1977 Taksim'den bu yana.
Meydana çok yakın bir dairede oturduğum için 1 Mayıs gösterileri olduğu zaman tüm benliğimle o günü hatırlıyorum.
 Ankara'dan o sabah TÜMAS (TÜM ASİSTANLAR DERNEĞİ) üyeleri olarak gelmiştik. Yeni Türkü grubumun ilk albümü "Buğdayın Türküsü" albümünün bazı şarkılarını otobüste herkese öğretmiş, birlikte söyleye söyleye otobüslerle gelmiştik.

O gün bir saate kadar çok coşkulu geçti, her kes sevinçli, heyecanlıydı. Ta ki Kemal Türkler'in konuşması sırasında şimdiki Etap Marmara otelinden silahlar ateş etmeye başlayıncaya kadar. Sanırım saat öğleden sonra yediye geliyordu.
O güne kadar üzerimize bir silah atılmış değil, hiç bir şey anlamıyorsunuz, filmlerdeki gibi öyle çok gürültülü patlama sesleri duymuyorsunuz. İnce bir ses ve sonra mermi çekirdeği bir yere saplanırsa onun sesi. Yanımızda bir kamyonetin kasasına saplanıyordu mermi çekirdekleri.
Biz tam şimdi çiçek ve yapraklardan yapılmış büyük kedinin oralardaydık. Yere yatmak zorunda kaldık, çünkü her kes kendini yere attı, biz altında kaldık, sağ ayak baş parmağımı doğrultamamışım, çatır çatır ses çıkararak kıvrıldı ağırlıkların altında.
Silahlarla birlikte panzerler, ses bombaları, sis bombaları ortalık birden karışıverdi. Sanki düşman ordusu karşı taaruza geçmiş gibi. O güne kadar "bir olay olsa da tetiğe bassak, bomba atsak, insanların üzerine panzer sürsek" diye beklemiş bir sürü güvenlik görevlisi (Toplum Polisi deniliyordu onlara o zaman, bıraktıkları kötü hatıraları silmek için toplumun belleğinden birden bire yok edildiler) kalabalığın içine daldı...

Her halde olaylar biraz yavaşladı geçici olarak, tam hatırlamıyorum, belki de silahlar durdu, ayağa kalktık, toparlandık. Çevreme baktım ve o zamanki eşim Zerrin'i çağırdım yanıma, "gözlüğümün camı çıktı, bir dakika" diye oyalanıyordu, "kardeşlerim Nevin ve Mehmet neredeler? onları bekleyelim".
"Beklemenin yararı yok" onlar başka bir grupla gelmişlerdi.

Şu sırada dışarıda Can Yücel'in sözlerini müziğini benim yaptığım "İşçi Marşı" çalıyor ne tuhaf bir duygu...

"Onlarla bir şekilde buluşuruz, çabuk benimle gel" diye onu sürükleyerek İnönü Caddesinden aşağı doğru koşmaya başladık. Dolmabahçe Sarayı'nın önüne, oradan Çırağan Caddesi kaldırımlarından Beşiktaş Çarşısına ve de oradaki akrabalarımızın evine attık kendimizi. Peşimizde ses bombası patlatan panzerler, arkamızda sopayla koşan "koşun bacım, kaçın kendinizi kurtarın" diye seslenen polisler...
Biraz sonra Nevin ve Mehmet de geldi, kucaklaştık büyük bir coşkuyla...


Bir kaç saat geçtikten sonra korkunç depresif tablo yavaş yavaş belirmeye başladı. Tutuklamalar, yaralanmalar ve de yavaş yavaş durum daha da kara bir hal aldı, ölümler. Önce vuruldular diye haberler gelirken, asıl ölü sayısının Etap Marmara otelinin sağından inen dar yokuştan (Kazancı Yokuşu) kaçarken geriden gelenlerin altında ezilmelerden dolayı olduğu haberleri gelmeye başladı.

(Yandaki resimde gördüğünüz merdivenlerin arkasında şimdi Teknosa mağazası bulunuyor)

Zaten Türkiye tarihi 1 Mayıs 1977'den sonra o denli çalkantılı bir döneme girdi ki... Sosyal çalkantılar ve ardından gelen 12 Eylül Darbesi. Yaşamlarımızda oluşan değişimler.
Yeni Türkü grubunu kurdum, ilk albümümüz "Buğdayın Türküsü" için şarkılarımız hazır, stüdyoda kayıtlar yapıyoruz. Elimizin altında albüm kapasitesinden daha çok sayıda besteler var.
Tam o sırada komünist rejim sırasında Bulgaristan, Blagoevgrad şehrinde her yıl yapılan "ALEN MAK Politik Müzik Festivali"ne davet aldık. Bizimle birlikte Ruhi Su, Timur Selçuk ve de Sümeyra Çakır katılacaktı. Düşünsenize orada isimlerini duyduğumuz bir çok ünlü grup, şarkıcı ile karşılaşacaktık. Heyecanla gittik, önce Sofya'ya oradan da (sanırım) otobüsle Blagoevgrad'a. Komünizmin iki karakteristik simgesi belirli bir şekilde ortalıktaydı, kırmızı karanfiller, çiçekler, dev Lenin heykelleri, bayraklar, başta da SSCB bayrağı... Ülkemizi çok seven duygusal solcu gençler olarak, "insanın kendi ülkesinde başka bir devletin bayrağı ne arıyor?" diye sormadan edemedik kendi kendimize... Bizde de "başka" ülkenin bayrağı var aslında da o görünmez bir şekilde dalgalanıyor, bu da başka bir "ikilem" ya...

Bu festivalde geçirdiğimiz üç-dört günü hiç unutamıyorum. Ruhi Su'nun bize baba gibi davranması, bizlere nasihatler vermesi, ama aynı zamanda olanca zerafeti, Çatık yüzlü, "bacılı, kardeşli" konuşan, solculuğun ciddi bir iş olduğuna inanan biz gençlerin Bulgar gençlerinin disko tutkusunu görünce hayretlere düşmesi. Kiraz toplamaya gittiğimiz bahçelerde her kes daha çok kiraz toplayıp yarışmayı kazanacak diye yırtınırken bizim topladığımız bütün kirazları mideye indirişimiz, fabrika ziyareti etkinliğinde bizim payımıza kanyak fabrikası düştüğünden, ziyaret dönüşü Timur Selçuk'un sabah sabah zil zurna sarhoş halimize bakıp bizleri ayıplaması. Hepsi hoş anılar olarak kaldı...

Yıllar sonra Blagoevgrad, Alen Mak Politik Müzik Festivaline katılmamızın bedelini son derece ağır ödeyeceğimiz kimin aklına gelirdi ki? 

İngiltere'de yaklaşık yedi yıl kaldıktan ve de orada da patoloji ihtisasının üzerine yeniden patoloji ihtisası yaptıktan sonra Türkiye'ye dönme zamanı geldi. O sırada Hacettepe'liler tarafından yürütülen, İstanbul'da yeni açılmış Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi'ne gireceğiz. Gerekli devlet sınavlarına girdik, belgelerimizi hazırladık, dönüşümüz an meselesi, bir gece ansızın bir telefon geldi Dekan yardımcısı arkadaşımızdan:

"Kötü haberlerim var, sizler üniversiteye alınmıyorsunuz, "güvenlik soruşturması"nda sizlerin MİT'te dosyalarınız bulundu. Bu dosyada Bulgaristan'a gizli belge kuryeliği ve silah kaçakçılığı yapmışsınız deniyor" laflarını duyduk...

Biraz bekledik, "güvenlik soruşturması kaldırıldı" dendi, kaldırılmamış. Sonra hocalarım beni severlerdi, o zamanki YÖK başkanı İhsan Doğramacı'ya gitmişler, "bu çocuk kıymetlidir, bunu ziyan etmeyelim" demişler. Doğramacı'da:
"Gelsin elimi öpüp özür dilesin, af edeyim" demiş...

İşte o an "Bir ülke ki beni onca masraflarla eğitiyor, sonra bu kişi gidip mesleğini yurt dışında ilerletiyor daha faydalı olabilmek için, sonra da mesleğine devam edebilmesi için yapmadığı bir işten dolayı af dilemeye, el öpmeye mi zorlanıyor?"
"Ben yapmadığım bir iş için kimseden af dilemem"
dedim ve doktorluğu bırakmaya, o andan itibaren de ikinci uğraşım müzikle ilgilenmeye karar verdim.



Size nasıl anlatsam, böyle yenilgiler, üzüntüler, çaresizlikler o kadar farklı duygular ki. Bunu yaşamımda bir kaç kez daha yaşadım. Yukarıda anlattığım 1 Mayıs 1977'de, 12 Eylül Darbesi ve sonrasında, İngiltere'den doktor olarak yurda dönmek üzereyken, 1997 Marmara Depreminde ve de son olarak Şehir Tiyatroları ile başlatılan ödenekli tiyatroların yok edilmesi hareketinde...

Şehir Tiyatroları ve Devlet Tiyatroları'na açılan bu korkunç savaş bana birden bire 1 Mayıs'ları, 12 Eylül'leri hatırlattı:
"Yetmez mi artık?" 
Dedim,
"Bir ömür boyunca bu kadar çok sayıda sosyal felakete seyirci olmak?"







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder