8 Mart 2012 Perşembe

Finike, Fenikeliler, Lübnan, Beyrut

Çocukluğumda "Fotoğraf Makinesi" denilince (makine değil mi?) her hangi bir ortama fotoğraf çeken bir makineden bahsediliyor sanırdım. Halbuki İngilizce"camera" kelimesinde olduğu gibi kamera veya benzeri bir şey denilseymiş, o zaman soyut düşünceden yoksun yaşımda evdeki fotoğraf makinesine karton takıp resim çekmeye kalkmazdım.


Gerçeği hemen anladım anlamasına ama bu bende derin bir iz bıraktı, yaşamım boyunca kelime benzerliklerine şüpheyle yaklaşır oldum. Ne zaman iki benzer kelime görsem referans kitaplarına bakmadan edemedim. Geçen Pazartesi Beyrut'a, "Türk Filimleri Haftası"na gidene kadar...


Finike (Phoenicus), hepinizin bildiği gibi Antalya'nın turistik bir ilçesi. "Finike Portakalı"nı bilirsiniz, bir de "Yafa Portakalı" var (o da Jaffa'dan mı geliyor acaba?). Çocukken yaşadığım yanılsamadan dolayı Finike ile Fenike'nin anlamlı ortak yanlarının olduğunu hiç sanmıyordum.
Fenike ise şimdiki Lübnan'ın bulunduğu bölgeye eskiden verilen ad... "Phoenicia". Burada yaşayanlara "Fenikeliler" (Phoenicians) denirmiş. Buralarda yaşamış, ticaretle uğraşmış, denizcilikte usta ve de Akdeniz'in bir çok yerine yayılmış bir halk. Filistin, Suriye, Malta, İspanya, Kıbrıs, Finike'de koloniler kurmuşlar. 
Alfabe'si çok önemli, "Abjad" denilen, kökenini Eski Mısır "hiyeroglif" alfabesinden alan ve de "semitik" dediğimiz, içinde Arapça gibi sesli harf barındırmayan sağdan sola doğru yazılan bir alfabe. Önemi ise bu alfabenin daha sonra İbranice, İlk Hıristiyanların dili Aramaik dil ve de Yunan alfabesinin babası olması. 



Fenikelilerin kullandığı Abjad alfabesi
(Başlangıcı MÖ 1050 Yılları)

Beyrut, Lübnan'ın başkenti ve en büyük şehri. Buraya "Doğu'nun Paris'i" denirmiş. Trajik bir sosyo-politik geçmişi var. Kimlerin hakimiyetinde olmamış ki? Eski Mısır İmparatorluğu, İranlılar, Asurlular, Yunanlılar, Romalılar, Bizanslılar, Araplar, Selçuklular, Memlükler, Haçlılar ve de tam dört yüz yıl boyunca Osmanlılar.
Birinci Dünya Savaşı'nın sonunda yenilen Osmanlı bu bölgeyi Fransız'ların idaresine terk etmiş. Ta ki Lübnan 1943 yılında bağımsızlığını kazanıncaya kadar. 
Lübnan'ın başı ağır dertlerden hiç kurtulamamış. 1948 yılında Arap-İsrail savaşı, 1975 yılında başlayan 1990 yılına kadar süren iç savaş, 2005 yılında eski başbakan Rafik Hariri'nin öldürülmesi ile başlayan buhran, 2006 yılında Lübnan-İsrail çatışması, Nahr al-Bared bölgesinde, Lübnan ordusu ile Filistinliler arasında çıkan trajik savaş.

Geçirdiği tüm bu ağır travmalara karşın Beyrut yeniden yeşermiş, kendini toparlamış zenginliklerini göstermekten kaçınmayan çok güzel bir şehir.
Dikkatimi açık karamela renkli taşlardan yapılmış eski, yeni binalar ve de her 150 metrede bir karşımıza çıkan ve bir arada bulunan, küçüklü-büyüklü camiler, kiliseler çekiyor.



Ön planda bir kilise, arkada caminin minaresi görülmekte.

"İstinye Park" tarzı alış-veriş merkezleri, "haute-couture" giysiler satan marka mağazalar, tasarım kıymetli takılar. Öte yandan daha savaş izleri üzerinden silinmemiş binalar, kimileri yıkılıp, yeniden yapılmayı bekliyor. Ve de Lübnan Mutfağı'nın unutamayacağınız lezzetlerini sunan geleneksel lokantalar.



Ünlü "Abd El Wahab"
51, El Inglizi Caddesi

Hep duyardım, Lübnan bizim Güney-Doğu Anadolu mutfağının geldiği yer diye. Gerçekten de yabancı olduğumuz yemekler yok denecek kadar az, içli köfte, kebap, muammara, humus, muhallebi, baklava, künefe...
Ama tat olarak farklı. Bir kere zeytinyağı kullanılıyor, salça hiç kullanılmıyor, acı yok denecek kadar az... Zahter, taze kişniş, limon veya nar ekşisi en çok kullanılan katkılar.

Çok güzel Lübnan Mutfağı, tek bir kelimeyle. Ünlü yönetmenler Ümit Ünal ve Tayfun Pirselimoğlu ile aynı masada yemek yemek unutamayacağım bir deneyim oldu. Onların gerçek birer "gurme" olduklarını bilmiyordum, öğrendim. Her bir meze tabağını minik çatal, kaşık darbeleriyle tadarken içerikleri üzerinde tartışmak harikaydı... Mezenin yanında alkol derecesi %53 olan "Arak"ın kendisinden beklenmeyen yumuşak tadı tartışmalara renk kattı.
Siz hiç yabancı bir ülkeden gelirken "duty free" mağazalarından rakı alır mısınız? Biz aldık...

Salı akşamı, Türkiye Büyükelçisi Sayın İnan Özyıldız "résidence"da verdiği resepsiyonda, Türkiye'nin son yıllarda bu bölgelerle olan sınırlarını bir anlamda açmasıyla Suriye'deki karışıklıklara rağmen çok hararetli bir ticari alış-veriş içine girdiğimizi belirtti. Kendisi ile Saint-Joseph lisesinden okul kardeşliğimiz olduğunu, yine kendisi gibi büyükelçi olan ağabeyi Mehmet Özyıldız'ın da Ankara Fen Lisesi'nden okul arkadaşım olduğunu öğrendim. 
Herkesin lise yaşamının sonlarında bir sosyoloji, felsefe, siyasal bilimlere ilgisi olur. Ben de "siyasal bilgiler okuyacağım" diye gidip kaydımı bile yaptırmıştım "Siyasal Bilgiler Fakültesi"ne. Sonra aldığım yüksek üniversite giriş puanımı "harcamamak!" için gittim tıp fakültesine girdim. Tutarlılık budur işte... Sonra geldim onca profesyonel tıp yaşamından sonra müzisyen olarak yaşamıma devam ettim.

İleride tıbbı nasıl bıraktığımı anlatırım belki... Güzel ülkemin acı öykülerinden biridir, kendi yetiştirdiği kıymetlerini nasıl acımasızca biçer atar, sayısız örnekten biridir benim öyküm de...

Şimdi gözlerimi kapıyorum da, ben Beyrut'a gittim mi? Hayal mı gördüm? çıkaramıyorum.
En iyisi fotoğraflara bakayım arada bir.

Sokaktaki panoda Demet Evgar'ı görmek hoştu. 
Tıpkı televizyonda sayısız Türk dizilerini Arapça dublajlı seyretmek gibi...

2 yorum:

  1. Bloğunuzdaki paylaşımlar bizim için çok önemli ve ilgimizi çekiyor Dell notebook teknik servisleri olarak bloğunuzdaki başarılarınızın devamını dileriz.

    YanıtlaSil
  2. Yazınızı okurken olağanüstü duygular hissettim. Gurur duydum. Ülkemde ne çok bilge ve yüce gönüllü insan var. Onları anlamayan, kıymetini bilemeyen çok daha fazla az gelişmiş insan olması ise çok üzücü.iyiki varsınız. Bu yazı çok güzeldi. Beyrut'a gidersem sizin gibi bakmaya çalışacağım. Allah sağlık ve mutluluk versin.

    YanıtlaSil